12 Kasım 2008 Çarşamba

Tutsak Edilemeyen Irmak

0 yorum

Çağdaş İbrahimî hareketiyiz

PKK Lideri Öcalan, Urfa PKK Davası savunmasında kendilerini "çağdaş İbrahimî hareketi" olarak tanımlıyor ve tarih, kültür ve din tartışması yapıyor.


Çağdaş İbrahimî hareketiyiz

Çağdaş İbrahimî hareketiyiz Büyük acıların diyarından ve kendimin, PKK'nin yaşadığı en kahredici olaylarından çıkardığımız dersler ve Urfa davası, yargılanması ve hükmü hakkında vardığım sonuçlar bunlardır. Tarihin hükmünün beraat, ülkemin ve halkımın kaderinin demokratik zafer olacağına dair inancım kesindir!

Ankara 8. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığına

Sayın Yargıçlar;

İmralı yargılanmasına dahil edilmeyen PKK Urfa Davası için geliştirdiğim iki adet savunmayı hazırlamış bulunmaktayım. Daha dar ve mahalli düzeyde olan bu savunmalarım genel AİHM savunmasının bir eki, bir parçası olarak değerlendirilmek durumundadır. Davanın bütünlüğü çerçevesinde geliştirmeye çalıştığım AİHM savunması; sorunları daha iyi açıklayabilmek için tarihsel ve uygarlıksal bir çözümlemeyi içermektedir. Dolayısıyla PKK Urfa Davası'nın teorik, tarihsel kapsamını belirlemektedir. Bir bölümü tamamlanmıştır. Bunları birlikte sunacağım. İkinci bölümü Ağustos sonlarında bitirip ileteceğim. Savunmalarımda olayları işlemekten çok çıkarılması gereken dersleri ve bundan sonra gelinen noktaları açıklamayı esas aldım. Türkiye'de yaşanan süreçte hukuk ve siyasi reformlar gündemdeyken önemli bir toplumsal sorunda taraf olarak görüşlerimi sunmanın katkı sunacağı inancıyla hazırlamaya özen gösterdim. Bu yönlü laik ve demokratik Cumhuriyet mücadelesinde olumlu rol oynamayı tek çıkar yol olarak bilimsel temelde çözümlemeye çalıştım. Kendim örgüt ve halk açısından duruşumu böylelikle netçe açıkladığım inancındayım. Mahkemenizin bu savunmalarımı; en azından bundan sonra, evrensel hukuk ölçülerinin ülkemiz için de geçerli olmasında bir araç olarak değerlendireceğine dair inancımı belirtir, saygıyla arz ederim.

DİCLE-FIRAT HAVZASINDA TARİH, KUTSALLIK VE LANETİN SİMGESİ URFA


Tarih Sümer'de başlar deyimi doğrudur. Ama Sümer Tarihi de Dicle Fırat ve kollarının çıktığı yerlerden başlar. Buralar Toros-Zağros dağ sisteminin oluşturduğu yüksek dağlar, platolar ve ovaların oluşturduğu Yukarı Mezopotamyadır. Başta Sümerler olmak üzere o dönemde birçok halkın kendi diliyle adlandırdığı Yüksek Memleket anlamına gelen "Gondwana", "Karduanna", "Urarti"dir. Son bilimsel araştırmalar tarım devrimine ve hayvanların ilk evcilleşen türlerine en uygun coğrafi koşulların bu yerlerde oluştuğunu göstermektedir. Ekilen bitki türleriyle evcilleştirilen hayvanlar açısından buralar zengin bir kültür oluşturmaktadır. İklim doğal bir sulama özelliğine sahiptir. Hem toplayıcılık hem avcılık için çok daha önceki dönemlerin de ilk insan örneklerinin toplandığı saha olması bu elverişliliğinden kaynaklanmaktadır. 1-1.5 milyon yıl önce Doğu Afrika'dan çıktığı tahmin edilen ilk insan grupları Ortadoğu'ya geldiklerinde bu çoğrafyayı en uygun yaşam alanı olarak değerlendirmek durumlarında kalmışlardır. Giderek kalıcılaşan bir alan durumuna gelmektedir. Hiçbir alan burası kadar elverişlilik arz etmemektedir. Bütün buzul devirleri ve bu devirler arasında bu çoğrafya yaşam için dünyanın denenen en uygun yeri olduğunu kanıtlamaktadır. Son buzul dönemin yaklaşık 20.000 yıl önce sona ermesi eski taş devriyle yeni taş devri arasında bir dönem olan Mezolitik dönem başlıyor. Bölgede bu dönemden kalma çok sayıda arkeolojik kalıntı bulunmaktadır. Yaklaşık 12.000 yıl öncesinde bu dönem sona ererken neolitik dönem (Cilalı Taş Devri) başlamaktadır. Bunda gelişen bir kuraklık döneminin önemli rol oynadığı anlaşılmaktadır. Artan tecrübe ve önemli bir değişiklik geçiren iklim nedeniyle bitki yetiştirmeye ve hayvan evcilleştirmeye dayalı en büyük insanlık devrimi gerçekleştirilmektedir. Bu devrimin arkeolojik kalıntıları en eski tarihi M.Ö. 11.000 yıllarına kadar götürmektedir. Dicle-Fırat havzasının dağla birleştiği bütün sahalarında bu devrimin kalıntılarına rastlanmaktadır. En eski yerleşim sisteminin Urfa yörelerinde geliştiği gözlemlenmekte; Nevali Çori ve Göbekli Tepe'de tarihlenen ilk yerleşim yerleri M.Ö. 11.000 yıllarına uzanmaktadır. İlk tapınaklı yerleşimlerin de buralarda gerçekleştiği kanıtlanmaktadır. Ağırlıklı olarak bugünkü Urfa, Diyarbakır, Mardin ve komşu yöreleri bu çağın merkezleridir.



Halen sıradan yolculuklarda bile görülen topraklık tepeler bu dönemden kalma eşsiz tarih hazineleridir. Yüzlercesi halen kazılmayı beklemektedir. Dikkatli bir arkeoloji çalışması bu tepelerde insanlığın ilk büyük devrimini ayrıntılarıyla yakalayabilir. Bu durum bölgenin olağanüstülüğünden değil, en uygun coğrafi koşullarından ileri gelmektedir. Tarıma en uygun bitkilerle, ağaçlar ve evcilleştirilecek hayvanlar hem dağlık, hem ovalık alanda bolca bulunmaktadır. Doğal mağaralar güvenlik açısından da en uygun ilk yerleşim yerlerini teşkil etmektedir. Her köşede büyük ırmak ve kollarından başka pınar gözenekleri bulunmaktadır. Yağmurlarla birlikte bu sulama olanakları bitki, hayvan ve yerleşim olanaklarıyla birleşince ideal bir durum ortaya çıkmaktadır. Bölgenin insanlığa beşiklik etmesi bu özellikleri nedeniyledir. Tarımın geliştirilmesi yerleşik köy yaşamını beraberinde getirmekte ve bir nevi kent devriminden önce köy devrimi gerçekleştirilmiş olmaktadır. Bu devrim insanın zihniyet ve ruh dünyasında büyük değişimlere yol açmaktadır.Bol gıda, artan nüfus ve gelişen yerleşim alanları bu bölge tarihinin en çarpıcı yanıdır. O kadar kök salıyor ki halen neolitik tarım kültürü; zihniyet ve temel insan davranışlarında etkisini sürdürmektedir. Uzun bir süre anaerkil toplum kültürü yaşanmaktadır. Tarım ve evcilleştirme esas olarak kadın etrafında gelişmektedir. Yine yerleşik yaşam en çok kadın için gereklidir. Çocuk yetiştirilmesi, tarla ve ağıl kültürü yerleşikliği daha çok gerektirmektedir. Bu koşullar kadının rolünü çok büyütmekte ve tanrıça kültürü oluşmaktadır. İlk tanrısal simgeler erkek değil, kadın biçimlidir. Dil yapısına dişilik yapısı egemendir. Yıldızlarla simgeleştirilen ilk kadın tanrıçalara "stark" yıldız denilmesi bu dönemden kalmadır. Star sözcüğü Istark'tan türemedir. İlk tapınaklarda köy yerlerinde kurulmaktadır. Kalıntılarda bunlar tespit edilmektedir. Urfa yöresi, bu devrimin en büyük merkezi konumundadır. M. Ö. 10 binli yıllardan beri tarım ve hayvancılık için ideal konumu Urfa'ya bu uzun tarih çağları için beşiklik etme imkanı sunmuştur. Yüzlerce toprak tümseği, su kenarlarındaki mağaralar yerleşikliğin gücünü ve yaygınlığını göstermektedir. Dünyanın başka hiçbir yerinde böylesi bir yerleşim düzeni bulunmamaktadır. Denilebilir ki Urfa ve civar yöreler neolitik çağın 10.000 yıl süren merkezleridir. Nasıl Avrupa kapitalist çağın merkeziyse; ki o da beşyüz yıl sürmektedir, insanlığın en uzun yerleşik çağının bu yörede yaşanması daha sonraki tarihi içinde silinmez izler bırakmaktadır. Sümer ve Mısır tarihi burdaki tarihin doğal bir uzantısıdır. İnsanlık burada yerleşikliği, doğada tarım ve hayvancılığı teknik ve bilimiyle ideolojik ve yönetim gücüyle iyice tecrübe ettikten sonra daha aşağıya verimli alüvyon topraklı nehir kıyılarına inecektir. Mısır ve Sümer bölgesine inen kültürün burdan kaynaklandığı arkeolojik kalıntılar açığa çıktıkça daha iyi kanıtlamaktadır. Herhalde Arabistan ve Afrika çölünde tarım devrimi gelişecek değildir. Ayrıca alüvyonlu nehir yataklarında ilk yerleşimleri başlatacak bitki ve hayvan kültürü yoktur. Bu gerçeklik tarihi başlatan çağın neden Dicle-Fırat'ın yukarı havzası, özellikle Urfa yöresi ve çevresi olduğunu açıkça göstermektedir. Tekrar vurgulamak gerekir: Bu çağ; tarım, evcilleştirme, ağaçlandırma, köy kurma, tapınak yapma, göğe ilk tanrısal simgeyi yerleştirmenin çağıdır. Kadın etrafında anaerkil toplumun, tanrıça kültürünün güçlü doğuşuna tanık olunan çağdır. Bu çağın tüm insanlık üzerindeki etkisi halen sürmektedir. Tarım, hayvancılık ve analık kültürü nerede, ne kadar etkiliyse bu çağın gerçekleştiği orijinal yerinin damgasını taşımaktadır. Tarihin bu ilk devriminin dalga dalga her tarafa yayılan izi Urfa üzerinde gerçekleşmektedir. Urfa'nın bölge olarak bu çağa merkezlik etmesi bazı kavramları olanca ağırlığıyla açmamızı gerektirmektedir. Tarih, kutsallık ve lanet kavramlarını doğru çözümleyebilirsek Ortadoğu rönesansının temeli olması gereken zihniyet aydınlığına da ulaşmış oluruz. Belirttiğimiz gibi tarih Sümer'de Mısır'da başlar. Ama Mısır ve Sümer'in doğuşu da bu coğrafyada tarım devriminden sonra başlar. Kaldı ki bu uygarlık merkezleri oluştuktan sonra ilk uygarlık işaretleri olarak yollar, kervanlar bu bölgeyle bu kent merkezleri arasında işler. Uygarlığa yol açan bütün teknik ve fikirler bu yollar üzerinden Sümer ve Mısır'a daha sonra adım adım kuzeye, doğuya, batıya yayılır. Tarihin bütün kanıtları M. Ö. 10.000'leri yaklaşık olarak temel aldığımızda 1000-2000 yıllık aralarla bu bölgeden dört yöne doğru bir yayılmanın ve yerelleşmenin gerçekleştiğini göstermektedir. M.Ö. 6000 yıllarında başlayan en olgun ve kurumlaşmış tarım çağı olan ve adına Tel Xalaf kültürü denen bu aşamadan yaklaşık 2000 yıl sonra Sümer ve Mısır uygarlığının ilk ipuçları boy vermeye başlar. M.Ö. 4000-3000 Sümer ve daha sonra Mısır'ın doğduğu dönemdir. Tüm uygarlık değerleri, kültürleri yukarı Mezopotamya'dan Toros-Zağros sisteminin iç kavisinden buralara taşınmaktadır. Sümerler'de M.Ö. 3000'lerde yükselen kent devrimi ve uygarlığı yaklaşık 1000 yıl aradan sonra ilk kolonilerini, urlarını (Ur=Tepelik yerde kurulan yerleşim yeri şehirler) Yukarı Mezopotamya'ya "yüksek memlekete" doğru yaymaktadırlar. Urfa, Harran, Kargamış, Samsat tarihte bilinen ilk önemli koloni merkezleridir. Urfa'nın kendisi tepelik ve bir su kenarında kurulmaktadır. Halil Rahman gölü bu kaynaktan oluşmaktadır. Su ve rahmet aynı anlama gelmektedir. Özdeşlik var aralarında. Böylelikle köy çağından kent çağına geçilmiş olmaktadır. Dolayısıyla Urfa ve yöresinin yazılı tarih dönemi yaklaşık olarak M.Ö. 2000'lerden başlamakta ve günümüze kadar gelmektedir. Tarih bundan sonra daha rahat kronolojileştirilebilir. Yani zaman dilimine dayalı olarak tespit edilebilir. Dönem dönem neyi ifade ettikleri daha rahat açıklanabilir.

Read full story
 

My Blog List

Hello

Ortaya çıkan çeteleşme eğilimlerini erkenden tespit edememe ve yeterince tavır koyamama ikinci önemli stratejik yetmezliktir. Bu rolü güvenilir arkadaşlara bırakmak dogmatizmin diğer bir sonucudur. O kadar soylu değeri çarçur ederlerken, mutlaka fark edebilmeli ve dur diyebilmeliydim. PKK'nin bütün soylu çabalarına en büyük darbeyi bu yönlü gelişmeler vurmuştur. Adeta canavarlaşmış bazı kişiliklerin inanılmaz nitelik arz etmelerinin izahı güçtür. Büyük emeklerle hazırlanan yapının bu öğelere kolay teslim olması daha da anlaşılmaz konudur. Bendeki müthiş arkadaşlık anlayışı hep en iyisini yaparlar, en dürüstüdürler, ellerinden gelmeyecek iş yoktur, çağdaş havarilerdir biçimindeki dogmatizme varan inanış bu gelişmelerde etkili olmuştur. Geç uyandık. Tam uyandığımızda veya fark ettiğimizde, stratejik olarak hem zaman hem büyük çabaların ürünü başta genç savaşçılar, halk, maddi ve manevi birçok değer kaybedilmişti.1992-1993 derslerini daha derinliğine çıkarmalıydım. Irak-Kuveyt krizi ile 1991'de ülkedeki gruplarla olmak daha doğru olacaktı. 1982'lerde yapmadığım işi, atmadığım adımı bu sefer yapma ve atma biçiminde olmalıydı. Ortadoğu çalışmalarını ikinci plana bırakmak gerekirdi. Fakat aynı yaklaşım, yoğun takviyeler altından başarıyla kalkılacağına beni inandırmıştı. Binlerce nitelikli kadro içinden mutlaka sürece cevap verenlerin çıkacağı hep beklenmişti. Fakat hareketin bağrındaki çetecilik ve sorumsuz merkezi yaklaşım tüm katkıları boşa çıkarıyordu. Tarih göz göre göre başarısızlığa götürülüyordu. Disiplin ve fedakarlıkla fazla değer kurtarılamaz, görevler başarılamazdı. 1992 sonlarındaki Osman Öcalan'ın YNK ile boyun eğmeyi andıran uzlaşması, Murat Karayılan ve Cemil Bayık'ın intiharvari çabaları tesadüfen birleşerek sürecin daha büyük kaybını önledi. Köklü ders çıkarılması gereken nokta buydu. Ülke içi ihmal edilmemekle birlikte, merkezi kadro yapısının köklü çözümüne ihtiyaç vardı. Bunu Suriye üzerinde yeni okullar açmayla telafi etme ve aşırı tekrarlama çalışmaları beni oldukça tıkadı. Çabaların anlamı pek kalmamıştı. Bizzat müdahaleyi yapmada geç kalmıştım. O kadar değer kaybından sonra yönelmeyi kendime yediremiyordum. Tıkanmayı askeri değil, siyasi yollardan açma deneyimi daha anlamlı geliyordu. Askeri yönelim toptan intihara götürebilirdi. Siyasi çalışma ise, daha potansiyelli hareketi mümkün kılabilirdi. Yapıda tekdüzelik sürdü. Aynı tarz çalışmalar KONGRA GEL dönemine kadar yansıdı. Son iç bunalımların kökeni aslında ülkeye gidiş ve orada üsleniş, çalışma tarzı ve temel taktik anlayışların bir devamından ibarettir. Özeleştiriler anlamlı yapılmamıştı. Eski kişilik ve çalışma tarzında ısrar vardı. Bu da her zaman ve her yerde anlamsız kayıplara, yerine getirilemeyen görevlere, acılara ve sonuçta tasfiyelere yol açmaktan öteye gidemezdi.İkinci yaşam dönemi devlet odaklı olduğundan, ama daha henüz yitirilmemiş komünal demokratik duruş özelliklerinden ötürü çelişkiliydi. Sonucu bu çelişkilerin boğuşması belirleyecekti. 15 Şubat 1999 aynı zamanda devlet odaklı yürüyüşe ölüm darbesi indirmişti. Eğer devlet odaklı particilik, devletçilik bir hastalıksa, o halde 15 Şubat 1999'da tüm kapitalist dünya devletlerinin bana vurduğu darbe aynı zamanda üçüncü doğuşum için bir ilaç, bir ebelik rolünü oynayacaktı.Üçüncü yaşam dönemi, eğer adına ve özüne yaşam denilebilecekse, 15 Şubat 1999'dan sonuna kadar gidilebilecek aşama olarak ayrıştırılabilir. Belirgin niteliği, genelde devlet odaklı, özelde kapitalist modern yaşamdan kopuşla başlamasıdır. Tekrar yaban yaşama koşmuyorum. On bin yıl öncesine gidecek değilim. Ama insanlığın bazı temel değerlerinin o yıllarda gizli olduğu da kesindir. Uygarlığın bin bir hile ve zorbalıkla kestiği o dönem insanlığı bilimsel teknik seviyeyle bütünleştirilmedikçe, insanın gerçek kurtuluşu, özgürlüğü mümkün olamazdı.Uygarlık ve devlet odaklı yaşamdan kopmak gerileme değildir. Tersine doğadan ölümcül kopuşa, kan ve yalana dayalı şişirilmiş iktidar kişiliğinden vazgeçme belki de en temelli sağlığa kavuşma imkanıdır. Hastalıklı toplumdan sağlıklı topluma, sıkboğaz, obez, çevreden kopmuş, bir nevi kanserleşme olan aşırı şehirleşmiş toplumdan ekolojik topluma, tepeden tırnağa otoriter ve totaliter devletli toplumdan komünal demokratik ve özgür eşit topluma doğru bir yöneliş söz konusudur. Avcı kültürüyle hayvan katliamına, uygarlığın insan katliamına, kapitalizmin doğa felaketine yol açan zincirleme halkasından kurtulma yeni bir insanlığa kapıyı aralayabilir. Hayvanlarla dost, doğayla barışmış, kadınlarla dengeli güç yapısına dayanan, barışçıl, özgür eşit, aşklı yaşam, bilim ve tekniğin gücünü savaş ve iktidarın oyuncağı olmaktan çıkarmış ahlaklı politik bir kişilik, beni, en azından ENKİDU'yu şehre ve devlete bağlıyan çekim gücü kadar çekiyor, anlamlı kılıyor. Tek kişilik tutukevinin yarattığı bir özlemden kesinlikle bahsetmiyorum. Büyük bir düşünsel, ruhsal paradigmadan bahsediyorum. Kategorik yaklaşımdan, büyük güce tapınmadan, çağın, tüm uygarlıkların kan lekeleri altında parıldayan yaldızlı yaşamlarından gerçekten hem bıktım hem nefret ediyorum.Çocukken genlerime işlemiş avcı kültüründen ötürü gözümü kırpmadan başlarını kestiğim, kopardığım, kurnazca avladığım kuşlardan, vurduğum hayvanlardan özür dilemekle başlamak istiyorum yeni yaşam dönemime. En büyük saadetin kaşaneli köşklerde değil, yeşil çevreli kulübemsi mekanda yaşandığına inanıyorum. Doğayı tüm renkleri, sesleri ve anlamları içinde dinleyerek, bütünleşerek yaşamın erdemine ulaşılacağına inanıyorum. Gerçek ilerlemenin dev kentlerden ve iktidar otoritelerinden geçmediğine, tersine bunların en büyük hastalık kaynağı olduğuna; buna karşın eski köyü de, yeni kenti de aşmış, ekolojik yerleşimi bilimin ve tekniğin en son verileri ile karşılayan bir mekansal yaşamın gerçek devrim olduğuna inanıyorum. Aradaki kocaman uygarlık yapılarının insanlığın mezarı olduğuna inanıyorum. Bir gelecek yürüyüşü olacaksa, bu gerçekler temelinde olursa anlamlı ve yürümeye değer olduğuna inanıyorum.Hiyerarşik devletçi sınıf uygarlığından kopmak en büyük özeleştiridir. Bunu başaracağıma inanıyorum. İnsanlığın çocukluğuna, emekçilerin, halkların unutturulmuş tarihine, kadınların, çocukların ve çocuk ihtiyarların ütopyalarındaki özgür eşit dünyalarına katılmayı, başarıyı orada sağlamayı daha çok istiyorum.Bunların hepsi ütopya. Ama bazen ütopyalar mezardan beter yapılar içindeki yaşamın tek kurtarıcı esinidir. Günümüzdeki mezarlardan beter yapılardan tabii ki öncelikle ütopyayla çıkış yapılacaktır. Durumum hiçbir insana benzemiyor. Benzemesini de istemiyorum. Daha iyi anladığıma, hissettiğime göre iyi yoldayım. Anlamın ve hissin yaşattığı bir insan en güçlü insandır. Büyüklere benzeme günahını bir daha işlemeyeceğim kesindir. Zaten benzemeyi ne çok istedim ne de becerdim. İnsanlığın geçmişi daha gerçektir. Ona saygılı olacağım ve yaşamı orada arayıp bulacak ve yeniden başlatacağım. Gelecek bu çabaların işleyiş halinden başka bir şey değildir.Hep kendimi mi düşünüyorum? Değil. Savunmam tüm insanlık için bir şeyler öğretebilir. Yeniden yapılanmış PKK bütün soylu arkadaşlarımı, anlam gücü ve iradesi olan yoldaşlarımı birleştirebilir. KOMA GEL tüm Kürdistan halkını ve dostlarını demokratik bir çatı olarak toparlayabilir. Yaşamımıza, ülke ve toplumumuza rasgele saldıracaklara karşı HPG iyi bir savunma savaşı verebilir; anlayışsız, zalim ve haksızdan hesap sorabilir. En soylu kadınlarımız tüm zamanların tanrıça olgunluğu, anlayışlılığı, melek saflığı ve azizeliği ve Afrodit güzelliğini kimliğinde bütünleştiren PAJK'da birleşebilir.Bu savunmayla temel insanlık anlayış ve idealimi uygarlığın son temsilcisi olarak hayli gururlu ve kendinden emin AB'nin yargı organı AİHM'e sunarken, olumlu beklentilerden ziyade, sistemin kar büyücülüğüne alet olmaktan öteye bir rol oynamayacağından ötürü üzüntülerimi belirtebilirim. Daha demokratik, özgür ve adil toplum dileklerimle saygılarımı sunarım.27 Nisan 2004Tek Kişilik Tutukevi/ Mudanya/ BursaAbdullah ÖCALAN

Mezopotamia History © 2008 Business Ads Ready is Designed by Ipiet Supported by Tadpole's Notez